kinyas ve kayra


                
                             Dibi görmeden yukarı çıkamazsın, kim demişti hatırlamıyorum. Dibi gördüm belki ama yukarı çıkabildim mi emin değilim. Sanırım hala çırpınıyorum ve askıda kaldım. Zaman şimdilik benim için durmuş gibi: Gözetliyor. Ne yapacağımı bekliyor! Duruma göre kendine bir konum belirleyecek. Başarırsam şayet, yukarı çıktığımda ilk elini uzatan o olacak, başaramazsam da? Düşünmek bile istemiyorum…


                             Niye mi bunları anlatıyorum. Bilmem. Sanırım kitapla özdeşleştirdiğim bir noktadan hareketle giriş yapma çabası içimdeki huzursuzluk. Uzun zamandır yazmıyorum ve uzun zamandır yürümeyen yatalak bir felç hastası gibi parmaklarım yazmakta daha doğrusu bana itaat etmekte çok zorlanıyor. Hep merak etmişimdir, uzun bir süre boyunca susabilmiş olsaydım; konuşmayı unutur muydum? (Keşke imkanım olsa da mesela bir yıl “Mecnun” gibi susabilsem, nasıııl o film mi? Olabilir.) Uzun bir süre yazmayınca yazmayı unuttuğum gibi… Bu aralar ne konuşmak geliyor içimden ne de yazmak… Oysa içimi bir şekilde karbon kağıdına dökmezsem yakında beyin hücrelerim petrolleşeceğine olan inancım o kadar yüksek ki. Bunun ne demek olduğunu biliyorsunuzdur sanırım.


                            Kitapların mevsimleri vardır, kitapların gün içinde saatleri, kitapların ruhsal durumları… Bu kitap da onlardan birisi: Şayet kinyas ve kayra’yı anlamak istiyorsanız, kışın, akşam, depresif bir modda okumanızı tavsiye ederim. Tabi güçlü bir bedeniniz varsa; şayet yoksa, ne şimdi ne de başka zaman, okumayın!!

                           Oğuz Atay’ın tahtına aday bir yazar Hakan Günday. İlk romanıyla Selim’i yakalamış hatta geçmiş bile diyebilirim. Bir insan nasıl oluyor da dibi bu kadar ayrıntılı gördüğü halde hala yaşayabiliyor. Abarttığımı düşünüyor olabilirsiniz, hatta çok çok abarttığımı bile düşünüyor olabilirsiniz. Ama alın ve okuyun kitabı. Ve sonra abartmışım mı tekrar konuşalım. Ve tabi iki yüzüncü sayfaya kadar sıkılıp bir kenara koymazsanız şayet…

                           İki tane yoldan çıkmış, anarşist, anti-ahlakçı, karanlık, nihilist, zihinsel olarak ölü karakterden oluşan bir kitap Kinyas ve Kayra: Bir zamanlar sıradan bir yaşamları olmadı, hep farklıydılar, sadece düzene bir süre ayak uydurmak için normalmiş gibi davrandılar, ne zaman ki birbirlerini buldular, yek vücut birbirlerini ayartıp kuzu postlarını çıkartıp vahşi dünyada özlerine yani kurtluklarına döndüler. Suriye, Liberya, Meksika, İran, Türkiye, Arjantin… Bedenlerini taşıdılar yanlarında. Öldürdüler, tecavüz ettiler, soydular, uyuşturdular, bozdular, kandırdılar… Yani yoldan çıkmışlığın her türlüsü onlar için mubahtı, sonuna kadar zorladılar.

                         Bir serserilik destanından çok bir yaşayamama destanıydı onlarınki… Bazı insanlar doğar, yaşar, ölür; bazılarıysa doğar, yaşayamaz ve yaşayamadıkları gibi ölemezler de… Kinyas ve Kayra da onlardan sadece ikisi… Birinci bölümden sonra yolları ayrıldığında iki farklı hayatla karşımıza çıkar roman; birincisi Kayra’nın yolu, ikincisiyse Kinyas’ın yolu. Kayra, ölümünü bir hiçlik üzerinden yaşarken öldürmeye, Kİnyas ise her şey üzerinden yaşarken öldürmeye yöneltiyor. Sanki farklı sonlarmış gibi okunsa da yaşanmamış hayatlarını yaşanmamış ölümle, tıpkı birbirlerine benzemiyormuş gibi durup birbirlerinin tıpkısı iki ruh gibi sonlandırıyorlar.

                        Bu kitabı ben neden sevdim? Tuğla gibi bir kitabı genç yaşında yazan bir yazar için sevdim, dibi sayfalarca anlatıp tekrara düşmediği için sevdim, yan hikayelerin insanı kıskıvrak yakalayan hüznü için sevdim, ara ara ağlattığı için sevdim, işletim sistemimi bozduğu için sevdim(*), yazılsa sayfalarca aforizma olabilecek kalitede cümleleri ve paragrafları olduğu için sevdim, şimdi hatırlamadığım okurken fark ettiğim onca ayrıntı için sevdim de sevdim.

                       Şayet henüz okumadıysanız, kesinlikle tavsiye edebileceğim bir kitap Kinyas ve Kayra.