buğu - nihan kaya

                           
                              Romanın geçtiği yerde bir kaç hafta önce bulunmuş ve aynı şekilde hastalarla diyaloğa girmiş biri olarak anekdotlar gülümsetti. Şayet yolunuz oraya yakın bir yerden geçmişse bahçede dolaşan abilerin birdenbire yanınızda bitmesine aşinasınızdır sanırım. Romanın geçtiği yere gelirsek,




                              Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde Düşünen Adam heykelini arkanıza, geçen gittiğimizde tanıştığım Rodin'in yeri hayal kırıklığına uğrattı, oysa ben çok farklı hayal etmiştim neyse, Baştabiplik binasını önünüze alıp sağınıza düşen yolu dosdoğru takip edip, yolun sağından devam edip, sağa döndükten sonra karşınıza çıkan Acil Psikiyatri'nin de yanından doğruca giderseniz karşınıza K blokları çıkar. İşte orada hikayesi bol abilerle karşılaşırsınız ki romanda da o abilerden biri konu edilmiş.


                       Ucundan kıyısından yazıyla ilgilenmiş, yazarlık kurslarına gitmişseniz bilmeniz gereken bazı hususlar vardır. Benim için en önemli başlıklardan senaryo, dil, anlatıcı ve sahicilik olmazsa olmazdır. Bunlardan her biri, bir masanın dört ayağı gibidir ki herhangi birinin eksik olması sadece kendisiyle kalmaz bütünü de bozar.

                       Ne yazarsanız yazın, her yapıtın girişi çok önemlidir aslında. Bu yüzden senaryonun ilk ipuçlarını barındıran romanda giriş ilerisi için de aynı zamanda bir mihenk taşıdır. (Bir çeşit devam ya da tamam) Bu romanda giriş o kadar sıkıntılı başlıyor ki olayı çözeme kadar romanı neredeyse yarılamış oluyorsunuz. Sadece giriş sıkıntılı değil, sahicilik de bir çıkmazın içinde. "Roman" ve "gerçek" başlıkları altında gerçeklikten olabilirliğe dönük hikaye anlatımlarında inandırıcılık kavramının yitmesi gibi bir durum söz konusu ki bu daha baştan okuyucu soğutuyor.

                       Anlatıcı aynı zamanda yazar, romanda bir psikiyatri kliniğinde hayatına tanık olduğu bir karakter üzerinden Filistin sorununa geçiş yaparken, kadın karakter üzerine bindirdiği aşk metaforu -ki karşılamıyor- erkek karakter üzerinde oldukça iğreti duruyor. Yazarlar genellikle karşı cins üzerinden hikaye anlatmayı sever ama ne yazık ki her yazar bunu tam anlamıyla başaramaz da. Erkek karakterin mazlumluğu, iyilikseverliği, çaresizliği gerçek bir hikayeden, ya da gerçeğe yakın bir hikayeden, ziyade pembe dizi kıvamına bürünmüş ki bu da sahiciliği zedeliyor. İnsan okurken aynı mahallenin çocuğu olan Tarık Tufan'ın karakterlerine benzettiği kahramanın derinsizliğini çözmeye çalışsa da sorular işaretleriyle öylece kalıyor. Sebep;yazarın kısa, kesin cümlelerle yetinmesi mi yoksa vurucu cümlelerden yoksun bir anlatımı seçmesi mi tam karar veremiyorum.

                       Büyük beklentilerle başladığım kitabın bir hayal kırıklığına dönüşmesi yine üzüyor.