yedinci gün - ihsan oktay anar



                               Sultan Abdülhamid zamanıyla başlayan hikaye ilk dönem cumhuriyetin sonuyla -zaman ve mekan gezinimi- bitiyor. Genel olarak dönem eleştirisini bolca gördüğümüz kitap beklentinin ötesinde büyük bir hayal kırıklığı da barındırıyor. Anar hayranlarının kitabı okuduklarında ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklarını düşünüyorum.


                                Beş yıl aradan sonra çıkan kitap bir çok kişi benim de büyük ümitlerle hemen kitabı almamla neticelense de çeşitli sebeplerle şu ana kadar kitaplığımda okunmadan aylarca bekledi. Kısmet bugüneymiş ama dediğim gibi belki de her şeyde bir hayır olduğu gibi bunda da bir hayır varmış diyelim, kitaba geçelim.


                               Anar'ın diğer romanlarında olduğu gibi bu romanında da yazar oldukça ağır bir dil  kullanıyor. Neredeyse kitabın yarısı Osmanlıca tabirlerle döşenmişken bu durum -tersine- sizi rahatsız etmediği gibi anlamadığınız kısımları kafanızda tamamlayarak hoşunuza bile gidiyor. Soru şu: Neden Cumhuriyet öncesi ya da sonrası aynı dili kullanan yazarlar aynı popülerliği yakalayamıyorken Anar bunu başarabiliyor. Sanırım o zaman bu dili kullanmak çok zor değilken şu an birinin o dile bu kadar hakim olması insan da farklı bir merak uyandırıyor ve haliyle okurun yaklaşımı farklı oluyor. Böyle olmamış olsaydı Anar bu kadar çok okunmazdı, diye düşünmeden de edemiyorum. Acaba gerçekte durum böyle mi?

                              Kitap üç bölümden oluşuyor: baba, oğul, hayalet!

                              Önce Sultan Abdulhamid'in sarayındaki bitmek bilmez korkuları ve jurnalleriyle hayatları kabuse dönen halkın nasıl masumane idama gidişlerine tanık oluyoruz. Aynı zamanda ara bir girişle son dönemde sadece kafaları yanmış tekke şeyhlerinin faili meçhul ölümleri öne çıkıyor, sonra vurdumduymaz, hoppa, kumarbaz, dinsiz bir paşaoğluyla romana giriş yapıyoruz. Paşaoğlu, tesadüfen karşılaştığı eskiden makine mühendisi olan ama sonradan müslümanlığı seçen Alman bir mühendis olan Aman Baba'yla karşılaşması Allah'ı bulmasına sebep oluyor ama sonunu değiştirmiyor. Fenne tutkun olan Paşaoğlu Allah'ı bulmasıyla yetinmediği gibi ona ulaşma arzusu yoldan çıkmasına da sebep oluyor.

                              Sonra kameranın İhsan Sait adında fırıldak bir hapis kaçkınına dönmesiyle asıl kahramanımıza kavuşuyoruz. İhsan Sait, bir iş ilanıyla yanında işe başladığı kan emici vampir patronunu öldürdükten sonra mallarına el koyması ve zengin bir yaşama merhaba demesi kendisini doyurmadığı gibi yeni heyecanlara kulaç atıyor. Bir gece sokakta bir şeyhin kaçırıldığını görüp takibe başladığında kendisini bir garip mekanda Paşaoğlu'nun katili olarak buluyor. Kambur Bevval, Paşaoğlunun şehirdışında kurduğu devasa demir minareli camiinin bütün işlerini yaptığı gibi aynı zamanda Paşaoğlu'nun kaçırılmasını istediği şeyhleri de kaçırarak camiiye getiriyor. Paşaoğlu, Allah'a direkt yaklaşamayacağını bu yüzden Onun sevdiği kullarını kullanarak, elektrikli düzenekler yardımıyla da fikrine ulaşabileceğini düşünürken bu uğurda onlarca hocayı da telef ediyor. Neyse Paşaoğlu'nu ortadan kaldıran İhsan Sait onun mülküne ve dolayısıyla Bevval'e konduğu gibi bir takım garip olayların içine de balıklamasına dalıyor. Odasını ziyaret eden metafizik öğeler ona bir uçak planıyla güzel bir dilberin mektubunu bırakıyor. Daha ilk bakışta aşık olan İhsan Sait'in tüm çarklı sistemi stop ediyor. Bundan sonra olaylar ve olaylar... Yanına aldığı Aman Baba, İdris Dede ve onun salak torunu Selo ile çalıştırmak üzere getirtiği Çinli işçilerle devasa bir tayyör yapan bu grup Trablusgarp, Balkan ve Kurtuluş Savaşı görmesine rağmen her seferinde şansları yaver gidiyor ve yıllarca sürmesine rağmen nihayetinde bitirdiklerinde şanssızlık kapılarını çalıyor ve devlet para karşılığı hava araçlarına el koyuyor. Aracı teslim etmeyen İhsan Sait, yine bir fırıldaklıkla aracı zor da olsa uçuruyor ve gökyüzüne çıkartıyor. Tek amacı sevdiği kadın olan Döjira'ya kavuşmak olan İhsan Sait aracıyla zamanda yolculuğa çıkıyor.

                              Üç bölümden ikincisi olan "oğul" bölümünde ise daha önce İhsan Sait'in yardım ettiği ve ona babam dediği Ali İhsan'ın Doğu cephesinde yaşadıkları anlatılıyor. Savaşın zorluğundan ziyade beceriksiz ve basiretsiz komutanların insan hayatını nasıl hiçe sayıp, on binlerce insanın nasıl kanına girdiği eleştirisi üzerinden son bölüme bağlanıyor.

                              "Hayalet" bölümüyle 1934'lü yıllarda sarayı basan bir hayaletin istekleriyle karşılaşıyoruz. İhsan Sait öldü sanırken tekrar karşımıza çıkıyor, İdris Amil Zula adındaki bir gencin üst insan olduğunu iddia edip onu bulmalarını istemesiyle belki de kitapta ki en saçma kısma ulaşıyoruz. İdris üzerinden o kadar abuk sabuk bir hikaye dönüyor ki -gaitası, menisi, sümüğü, salyası ve oynaşmasıyla mantık kurmakta zorlanıyorsunuz- kitabı bırakmamak için sağlam bir sabrınızın olması gerekiyor. Sonuçta biz İhsan Sait'in sevdiği kadına ulaşamadığını, sebebininse İhsan Sait'in yüzünde yarası olan bir aşık değilde kusursuz bir tanrı gibi davranması olarak görüyoruz ki asıl anlamadığımız bir kitap boyunca bizim gerçekte ne anlamamız gerektiği.

                               Benim kanaatimse, ilk bölüme kadar Anar bir hikaye tasarlamış ama sayfa sayısı kafi gelmeyince ek bir kaç bölüm daha eklemiş ki ben kendi açımdan başka açıklama bulamıyorum. Yedi uyurlar üzerinden, makbul ve makul kul olma ve hatalarıyla huzura kabul olunma işlenip, yedi uyurlara yedi kere hikayesini yazdırıp, altı günde dünyayı yaratan Allah'a atıfta bulunup yedinci gün sevdiğine kavuşması ne yazık ki iyi bir bağlama gibi gözükse de olmuyor.


Bu romandan boynu bükük ayrılan bir okur olarak kısmet diğer romanlara deyup, vira bismillah ile kitap deryasına tekrar açılıyoruz. Allah sonumuzu hayreylesin!