bahar bize hüzün geldi haydi ölelim


                Neresinden tutarsanız tutun karşınızda kocaman bir acı. Dilin dönmediği, kelimenin yetersiz kaldığı bir an. Bir insan hikâyesi... Gerçek bir hikâyesi olan birinin hikâyesi…

               Önünüzde iki seçenek var –hayır bu mavi ya da kırmızı hap fantezisi değil, gerçek. Ya sen okula devam edeceksindir ya da kardeşin. Seçme şansını abla kullanır, kendisi bırakır okulu, kardeşi gider. Kardeşi hem okula gider, hem çalışır, hem de o gün ödev yapmak için internet kafeye gider. Belki de oyun oynamak içindi bir önemi var mı? Hem zaten hayatın gerçek yüzünü bu kadar küçük bir yaşta görmüş bir çocuk için çok görebilir misiniz bu kaçamağı.  Ya inşaatlarda günlük kırk liraya çalışan bir babanın kaçamağı var mıdır? Küçük insanların büyük hikâyesini anlatan filmlerin duygusallığı değil bu, gerçek bu, hayat bu, acının en saf hali.

                Sana söz veriyorum der ablasına, ne yapıp ne edip seni okula göndereceğim. Hayır, yanlış duymadınız. O küçük yaşta omzuna babasının yükünü de alabilecek kadar büyümüş bir çocuktur Yunus. İçimizden birisi, göremediğimiz: yanlış bir sokağa dalmışken yanımızdan geçen bir çocuk, adres sormak için durduğumuz manav çırağı bir çocuk, uzaktan gördüğümüz ama üzerinde durmadığımız sigara satan bir çocuk… Onlarca ve onlarca… O çocuk ki abla ben gitmeyeceğim. Sen git diyebilen de bir çocuk.

               Şairsin hüznünden belli der, şair. Hüznün su katılmamışlığı ona şu dizeleri yazdırır. Hayatla erken tanışan tüm çocukların yüzlerindeki hüznüne benzer mısraları:

“Mezarcı mezarımı derin kaz.
  Üzerine Yunus yaz